Üniversite son sınıfta en çok zorlandığımız ders mezuniyet tezini aldığım Tefsir dersi idi. Tefsir dersinden çok zorlanıyorduk.

O zamanın en modern ses alma cihazı teyp’ti. Bir teyp almıştım. O dönemin en değerli hocalarından kurs ta alıyordum.

Bir hoca vardı. Mezun olduğu okul sebebiyle dersimize giremiyordu. Ancak su gibi de arabça biliyordu. Birkaç arkadaşımla birlikte o dönemlerde bir caminin müştemilatı olan, eskiden medrese olarak kullanılan ve sonradan yüksekokul öğrencilerine pansiyon olarak tahsis edilen bir yerdeki kütüphanede bize kurs veriyordu.

Hocamızın adı: Sayın Sadreddin Yüksel idi.

O Tefsir kursunda Celaleyn tefsirini okuyup tercüme ederken ben hem dinliyor, hem teybe alıyordum.

Pansiyonlu okulumuzun en üst katı “İslam Medeniyeti”nde sorulara cevap hazırladığımdan olsa gerek, çalışma imkânı sağlamak için adeta bana tahsis edilmişti.

Ana binada etüt bitiminde herkes bu yatakhane bölümüne geçtikten ve tüm elektrikler söndükten sonra ben tek başıma en üst kattaki odamda belki de gece yarılarına kadar hem teypten okunanları dinleyerek Tefsir çalışıyor, hem soruları cevaplandırıyor, hem de diğer derslere çalışıyordum.

Bana yapılan bu yatakhane ayrıcalığının da hakkını vermem gerekiyordu. Onun için gerçekten çok çalışıyordum.

Bu arada her Pazar Cağaloğlu’ndaki Milli Türk Talebe Birliğinde 5 arkadaşımla birlikte Judo kurslarını da aksaksız yürütüyordum.

Judo kurslarımız da görülmeye değer nitelikteydi.

Kıbrıs olayları nedeniyle gönüllü olarak başladığımız, iki ay içinde ehliyet aldığımız, yakın dövüş teknikleri, savaş taktikleri eğitimi aldığımız, Sayın Rauf Denktaş’ı gizlice Anamur burnundan Kıbrıs’a çıkarma planları yaptığımız Milli Türk Talebe Birliğindeki çalışmalarımızın devamı olan Judo olayı nedeniyle her Pazar M.T. T.Birliğine gitmeye devam ediyorduk.

M.T. T.Birliği Avrupa yakasında bizim okulumuz Anadolu yakasındaydı. En az 3 saat gidiş, 3 saat dönüş yolumuz olurdu.

Saat 00.21’de kurstan çıkar Sirkecide sonradan yıkılan köprü altındaki lokantalarda Lüfer’lerimizi yedikten sonra son yolcu gemisine biner, okulumuza gelirdik.

Yemekhanenin 2.anahtarları da bizde olduğu için aşçının bizler için dolaba koyduğu yiyeceklerimizi de yer ve yatardık…

Bütün bu yoğunluk içinde aylık olarak çıkardığımız İslam Medeniyetindeki soru-cevap serüvenimde devam ediyordu.

15 Şubat 1968 tarihinde yayımlanan mecmuada İzmir’den Sayın İsmet Soyer, Denizli’nin Boğaziçi kasabasından Sayın Süleyman Karakula, İstanbul Beyoğlu’ndan Sayın Josef Vosgeriçyan, Konya’dan sayın Arif Ayyıldız, Küçükköy’den sayın İmdat Kaya, Çanakkale Bayramiç kazasından sayın Ramazan Eren ve Burdur’dan sayın Harun Ünal’ın sorularını cevaplandırmıştım. O ayda yayımlanan soru ve cevaplar içinde en enteresanı İstanbul Beyoğlu’ndan bize mektup gönderen Sayın Josef Vosgeriçyan’ın mektubuydu.

Josef Vosgeriçyan adıyla mektup gönderen okuyucumuz, Müslüman olmadığını, dergiyi beğenerek okuduğunu söylüyor ve şu anda bile anlatamayacağım 5 tane soru soruyordu.

Mecmuada bu soruların ve cevaplarının halka açık olarak yayımlanması sakıncalıydı.

Onun için: “Sorularınız dava ve prensiplerimize aykırı olduğu için cevap veremiyoruz…” demiş ancak sorduğu soruları cevaplandırıp içine dini bir kitap da koyarak mektupla adresine gönderdikten yaklaşık 1 ay sonra “kişiye özel” olarak şahsıma 2.mektubu gelmiş ve din değiştirerek Beyoğlu müftülüğüne giderek Müslüman olduğunu belirtmişti.

Bu da, taptaze bir anı olarak hala içimde hissettiğim bir duygu olarak yerini koruyor.

Bu arada Tefsir Dersi hocamızın bitirme tezi olarak verdiği “İslam’da Ahlak” kitabını da tamamlamıştım. Diğer öğrenci arkadaşlarımdan ayrı olarak bitirme tezi için ayrı bir cilt yapmalıydım.

O dönemde en popüler duvar takvimi sönmez takvimleriydi. Sönmez takviminin yayın müdürü Sayın Ali İhsan Yurt, Cağaloğlu’nda bir büroda çalışıyordu. Kendisini bir arkadaşım kanalı ile tanımıştım.

Tez’imi ciltletmek istiyordum. O dönemde sanırım fotokopi de yaygın değil…Tek nüsha hazırlamışım. Kaybolursa 3 yıllık emeğim boşa gidecekti.

Bir Cumartesi günü yine boğazı geçerek Avrupa yakasına, Cağaloğlu’na, Sönmez neşriyat müdürü Sayın Ali İhsan Yurt’un yanına gitmiş, durumu anlatmıştım.

Beraberce yayınevine gidecek ve Tez'imi birlikte ciltletecektik.

Derken içeriye zayıf tipli, kısa boylu, hırpani kılıklı, orta yaşlarda bir adam girmişti.

Yayın müdürü geri dönmüş, çekmecesinden bir miktar para çıkarmışı. Gelen kişiye vermişti.

Adam çıkıp gittikten sonra Sayın Yurt, sandalyesine oturmuştu.

Benden yaşça çok-çok büyük olmasına rağmen, ya bizi tanıştıran kişinin hatırına, ya da M.T. T.Birliğindeki çalışmalarım hatırına veya Mecmuadaki köşemin hatırına bana adeta bir arkadaş muamelesi yaparcasına: “Sana bir sırrımı açıklayacağım.”demişti.

Şaşırmıştım. Bu sır ne olabilirdi ve niçin benimle paylaşmak lüzumunu hissetmişti? Ben neyim ki…

Dedi ki: “Bu gelen İstiklal Marşı şairimiz rahmetli Mehmet Akif Ersoy’un oğlu… Mehmet Akif’i yıldıramayan güçler oğluna el attılar… Onu alkole alıştırdılar… Onu alkolik yaptılar… Hiçbir gelir kaynağı da yok… Gecelerce hep dışarılarda, köprü altlarında yattı…

Biz 3-5 arkadaş kendi aramızda anlaştık… Akif’in oğlunu çağırdık…

Ona; “Bizim babana borcumuz vardı. O vefat etti. Bu para senin. İstediğin an gel paranı bizden iste.” dedik… O gün bugündür bizlere gelir ve biz ona para veririz…

Ayıldığı zaman bunun böyle olmadığını biliyor ama ne zaman paraya ihtiyacı olursa dilenmek yerine bize gelir ve biz de istetmeden onun ihtiyacını karşılarız.”

Adeta yıkılmıştım… Yer yarılsa içine girecektim. Ayaklarım tutmaz olmuştu… Her şey olurdu da bu olamazdı…

Koskoca Akif’in oğlu… Nasıl olurdu? Boğazıma bir şeyler düğümlenmişti. Bir şeyler söylemek istemiş, söyleyememiştim…

Ne yaptım, nereye gittim, nasıl gittim? Hiçbir şey anlayamadan okula gelmişim…

Gözüm gibi baktığım ödevimi de bırakarak… Durumu anlatacak, derdimi paylaşacak arkadaş da bulamamıştım…

Öyle ya… Bu bana verilmiş bir sırdı… Bu sır açıklanamazdı ki…

Aradan 54 yıl geçti… İşte şu anda siz değerli okuyucularımla bu sırrımı paylaşıyorum.

Bir hafta sonra Sönmez takvimlerinin müdürünün yanına vardığım zaman Sayın Ali İnsan Bey tez’imi ciltlenmiş halde elime tutuşturuvermişti…

Hem de hiç ücret almadan, Hem de cilt kapağı muşambalı olarak, hem de muşambanın içinde kauçuklu olarak… Ne o bana bir şey söyleyebilmişti… Ne ben ona bir şey sorabilmiştim… Hem de bir daha görüşmemecesine ayrılmıştık…

Neden ve niçin öyle oldu… Anlayabilmiş değilim.

Çok sonraki yıllarda Akif’in oğlunun ölüsünün bir köprü altında bulunduğunu duyunca, ölüm şeklini duyunca döktüğüm gözyaşı…

İşte “neden” ve “niçin” lerin cevabı bu gözyaşlarımda saklıymış meğer…

Hoşça kalınız.