Anamur Lisesinde öğretmenlik yaparken askere çağrılmış ve Isparta’da askerliğe başlamıştım.

Askeri eğitimlerde en çok dikkatimi çeken Harp Silah ve Araçlarıydı…

Kara, Deniz, Hava ve Jandarma kuvvetlerinin harp silah ve araçları değişik değişikti…

Görevimiz gereği bize Kara Kuvvetlerinin silahları öğretilmişti…

El ve tüfekle atılan Bomba’lar…

Göğüs göğse yapılan muharebelerde kullanılan Süngü’ler…

50 metreden kısa atış yapan Tabanca’lar…

100 - 200 metre arasına atış yapar makinalı Tabanca’lar…

500 - 3000 metre arasında atış yapan Piyade Tüfekleri…

1000 - 3000 metre arasında atış yapan Otomatik Tüfekler…

1000 - 3000 metre arasında kullanılan makinalı Tüfekler…

200 - 300 metre’de zırhlı araç ve tanklara atılabilen Roket atarlar…

700 - 1700 metre arasındaki zırhlı araçlara ve tanklara karşı kullanılan Geri Tepmesiz toplar…

100 - 4500 metre arasındaki hedeflere karşı kullanılan Havanlar…

Hafif – orta – ağır - en ağır şekilde dizayn edilen Sahra Topları…

Hafif – orta - ağır olmak üzere 3'e ayrılan ve hava savunmasında kullanılan Uçaksavarlar…

Serbest ve topçu güdümlü mermileri olan Roketler…

Helikopterler… Kara mayınları… Bubi tuzakları… Tahrip maddeleri… Dikenli teller… Mayın aramak için detektörler… Muhabere için telli – telsiz - elektronik vasıtalar… Hafif – orta – ağır – özel tip Tanklar…

Jeep – Dodge – BMC – Reo – Ünimog – ambulans - silah ve havan taşıyıcı - zırhlı personel taşıyıcı gibi Motorlu Araçlar kara kuvvetlerinin silahlarıydı…

Ben bunları öğrencilik yıllarımda Milli Türk Talebe Birliğinde gönüllü olarak Kıbrıs savaşına gidecek olan öğrencilerin arasında iken enine boyuna öğrenmiştim…

O dönemde bize Hava Kuvvetlerinin ve Deniz Kuvvetlerinin silahları, bisiklet, motosiklet, taksi, ağır vasıta kullanılması bile çok kısa süre içinde öğretilmişti…

Hatta Deniz vasıtalarını kullanmak üzere kaptanlık ehliyeti bile almıştım…

İşte onun için Askerlikte bize öğretilen silahlara yabancı değildim…

Bize emaneten kasatura ve piyade tüfeği verilmişti…

Piyade tüfeğini söküp, yağlayıp takmak en büyük merakımdı…

Bir de atış yaptığımız poligonlarda ateş etmek…

Gece karanlıkta yaptığımız talimler de çok hoşuma gidiyordu…

Gece talimlerinde uzakta çıkarılan sesleri tanıma konusunda da başarılıydım…

Biraz da askerlik içinde özel hayatımı sizlerle paylaşmak istiyorum;

Yemin töreninin ardından bir günlüğüne çarşı iznine çıkmıştık…

O sıralarda ailem yayla için Gülnar İlçesindeki evimizdelerdi…

Eşim, Ahmet ve Fehmi oğullarım anne - babamın yanında yayladaydı…

Gün aşırı eşimden mektup geliyor, eşime mektup gönderiyordum…

Çocuklarıma hediye göndermeyi planlamıştım…

Isparta şehir iznine çıkan askerlerle dolup taşıyordu…

Bir “şekerlemeci "dükkânına girmiştim…

Saçtan yapılma bisküvi kutusuna o devrin imkanlarına göre çikilota, bisküvi, şeker… ne bulduysam koymuş ve bir hediye paketi hazırlamıştım…

PTT'nin yerini bile bilmiyordum…

Sanırım P.T.T’ye gitmek yasaktı…

Gönderdiğimiz mektupların üzerinde “Görülmüştür” damgası bir kural olarak konmuştu…

Bu hediye paketini vereceğim adrese göndermesi için dükkân sahibine ricada bulunmuştum…

Şaşırmıştı…

Şu sözler onundu: “On’larca yıldır satış yapıyorum… Hiçbir askerin bu şekilde paket hazırlayıp memleketine gönderdiğine şahit olmadım… Asker göndermez, Askere gönderilir… Madem böyle…Posyanenin parası da benden…”

Hediye paketini Anamura göndermiştim…

2’inci bir vasıtayla amcamın oğlu, Kayınbiraderim Sefa Mert bey tarafından zor şartlarda hediye paketi Gülnar’a ulaştırılmış…

Çocukların sevincini Isparta’da eşimin gönderdiği mektuptan öğrenip mutlu olmuştum…

Büyük oğlum Ahmet çok küçüktü… Hediye paketinin içinden çıkan asker resmimi eline alıp, elma bahçemize doğru tutuyor ve; ”Baba bak… Elmalarımız olgunlaştı…”

Diyormuş…

Resimde bir canlılık esamesini göremeyince de annesine: ”Anne…Babam bize küs mü?Elmalarımıza bakmıyor…”diyormuş…

İşte Askerlik yaparken sivil hayattan böyle bir anektodum…

Askerlik süremiz 4 aydı ama dolu-dolu geçiyordu…

Isparta’da bir göl vardı…

Pazar günleri o gölde çamaşırlarımızı yıkar, kurular ve kışlaya geri dönerdik…

Ramazan ayında belli bir grup olarak oruç tutmuştuk…

Sahur’da yemeğimizi yemek pişirilen yerden yemekhaneye kendimiz getiriyor, kapları geriye kendimiz götürüyorduk…

Uykuzsuzluk…Açlık…Acaba bizi etkiliyor muydu?..

Ramazan 3’üncü günü komutanımız bunu test etmek için koşu yaptırmıştı…

İlk sıralarda koşuyu bitirenler oruç tutanlar olmuştu…

Bunun üzerine komutanın emriyle akşam yemekleri iftar vaktine alınmış ve oruç tutanların sayısı da ikiye katlanmıştı…

İşte böyle bir askerlik dönemi geçiriyorduk…

Askerlik yaparken beni en çok etkileyen bir durum da yemeklere başlamadan önce yapılan dua idi…

İlk yemekte karşılaştığım bu dua; “Tanrımıza hamdolsun… Milletimiz var olsun…”temennisiyle başlıyordu…

Çok değişik tipte arkadaşlarla da karşılaşmıştım…

Bir defasında Dua sonrası yemeğe başladığımızda 12 kişilik masada ortaya bir laf atmış ve Dua’nın hoşuma gittiğini söylemiştim…

Bir mühendis arkadaşımızın da bunun çağ dışı olduğunu, zaten askerliğin de çağ dışı olduğunu söylemesi karşısında hepimiz şaşırıp kalmıştık…

Çok değişik tipte insanlarla ve olumsuzluklarla karşılaşmıştık…

Başka bölükten bir arkadaşın parasını çaldırdığı iddiası haftalarca bütün bölükleri huzursuz etmiş, komutanların küfürlü laflarına muhatap olmamız günlerce bizleri tedirgin etmişti…

Para yoklaması bile yapılmıştı…

Meğer arkadaş izinli çıktığı zaman çarşıda kumar oynamış, parasını kaptırmış…

Günler sonra en samimi arkadaşının bunu itiraf etmesi rahat bir nefes almamızı sağlamıştı…

Tabi bir gece 4 arkadaşımızın bu iftirayı yapan arkadaşa çalılıkların arkasında yüzü gözü kan revan içinde kalıncaya kadar dayak atmaları da bu olayın tuzu biberi olmuştu…

Hoşça kalınız.